Musa Eroğlu'yla Halk Kültürü ve Halk Müziği Üzerine[1]
Söyleşi:
Ayhan Aydın
Sayın Musa Eroğlu, ülkemizin değerli müzik
sanatçılarından birisiniz. Kendinizden bahsetmenizi
istesek, neler söylersiniz... Yaşamınızdan,
çalışmalarınızdan?
― 1946 yılında İçel'in Mut Kazası'nda doğmuşum.
Ortaöğrenimimi Mut'ta tamamladım. Mut'ta eğitmenler
çoktu, o zamanlar. 1953'lerde, 2500 nüfuslu bir ilçeydi, Mut. Bizim köy Maçkuru Köyü.
1870'lerde Malatya'dan Adana'ya gelenlerin, Cumhuriyet öncesi siyasal yapının verdiği bir
görüntünün yansımaları olan uçbeyliklerin teşekkülüyle oluşmuş bir yerleşim vardı. Hatta
bizimkiler sanki burada beylerin olması gibi bir durum varmışcasına, buralara "üçbeylik,
üçbeyler" derlerdi. Bu yerleşim alanından bizim köye sekiz km. bir mesafe vardır. O
zamanlar davar güderek aileme katkıda bulunuyordum. O tarihlerde cumartesi öğlene kadar
okullar açıktı. Bir pazarımız vardı. Pazartesi günleri davar güdüyordum. İki gün çalıştığımda,
on kuruş para alıyordum. Ortaokullarda hocalarımız yöresel unsurlara, folklora, oyunlara çok
önem veriyorlardı. Ortaokuldayken bir müsamerede bana "Karacaoğlan"ı oynatmışlardı. Saz
çalıyordum. Saz çalma babadan-dededen kalma gelenekti, aslında. Bunu öğrenmek adeta
zorunluluktu. Esasında bizim köyün dışında, Mut'tun diğer köylerinde saz çalmak-türkü
söylemek pek yoktu. Yörede "Karacaoğlan"la ilgili geleneği, şenliği sürdüren bir köydü,
bizimkisi. Çevrede davul-zurna dışında müzikal pek bir renklilik yoktu. O yüzden bizim köy
biraz da dışlanmıştı, çevre köylerce. O Karacaoğlan
şenliğindeki rolüm, beni çok etkiledi ve böyle sürüp gitti.
Sürekli çalışarak, kendimi geliştirerek sanatımı bugünlere
getirdim. Bu sanat ve her sanat için bir ömür yetmez aslında.
Bir altyapı zaruri, okul zaruri tabii eğitim temel zaruriyet.
Mut'ta bir folklor gurubu oluşturuldu. Ben orada görev aldım.
O Karacaoğlan oyununun, beni peşinden sürükleyen o
oyunun peşinden gittim hep.
Bir güneşti, bir aşktı, bir hedefti de siz oraya doğru koşan atlı mıydınız?
― Pek atlı denemez; ama bir hedefti. Ortaokuldayken, şu elimdeki bağlamanın mutlaka
bilimsel bir yere ulaşması gerekir diyordum, kendi kendime.
Sanat ve tabii müzik eğitimle gelişebilir yani....
― Mutlaka. Eğitim şart. Ben zaten o eğitim zorunluluğunu dile getirdim hep. Onu kovaladım,
hayatım boyu. Eğitim şart. Onun peşinde, izinde bugünlere gelmeye çalıştım. Olanaklar
elvermediği için birçok düşlediğim şeyi yapamadım. Okuyamadım mesela. Kendimi
yetiştirebilmek için sürekli kitap okudum. Ne kadarını anlayabildiysem...
Siz bir müzik sanatçısısınız. Müzik... Evrensel armonisiyle dinleyiciyi sarıp, bambaşka
ufuklara götüren müzik. Peki, sizce insanlar niçin müzik dinler. Niçin buna ihtiyaç
duyarlar? Sizce müzik nedir? Sesler, armoniler birçok aletler... müziği siz nasıl
tanımlıyorsunuz? Müzik tanımlara sığar mı?
― Bu sorunuza iki şıklı bir cevap vereyim: Sık sık duyduğumuz bazı sözler vardır: "Ben
küçükken çok kabiliyetliydim, komşuların teşvikiyle... gibi. Müzik, insanın doğumundan
önceki hayat evresinde de onu etkiler. Yani anne karnındayken insanlar, müzikle etkileşime
girerler. Bu benim ilk fikirlerimdi. Sonradan bunu kitap araştırmalarında somutlamaya
çalıştım. Çocuk annesini 23 aylıkken tanıyamaz; ama çocuk bu devresinde bile kimsede
durmazken, annenin kucağında durur. Çünkü onun ritmine, müziğine alışmıştır. Aksi takdirde
tanımadığı insanın niye kucağında dursun? Ağlayan bir çocuğu annesi bağrına bastığı zaman
hemen ağlamasını kesiyor. 1971'lerde benimle yapılan bir röportajda "müziğe ne zaman
başladığınız?" sorusuna "beşikte" diye cevap vermiştim. Bir hayli de gülmüşlerdi bana. Ama
şimdi onu biraz daha geriye doğru götürüyorum... Müzik, ritm demektir, aslında. Duymadır,
müzik, gelen frekansı duyma. Ayırt edebilmedir. Rahatsız ediciyi, etmeyenden ayırt etmedir
müzik. Armoni şekline dönüşünce birinci ikinci uyumu yakalayabilme durumudur. Bu çok
geniş bir kavram aslında. Neden bir karganın sesine çirkin diyoruz da bir bülbülün sesine
güzel diyoruz. Niye, bize yumuşak geliyor, bülbülün sesi. Öfkeli bir insanın sesini, öfkeli bir
şekilde dinliyoruz. Bunun bir yorumu insanın beyninde, duygularında.
İkinci şık şu: İnsan müziksiz yaşayamaz. Herhangi bir ihtiyaçtan dolayı çocuk
ağlayabiliyorsa, o ağlayarak müzik yapıyor. İhtiyaçtan doğmuştur bu. İnsanın ihtiyacı olmasa
müzik de olmazdı.
Tüm müzik türleri bir yaratıcılık ürünü. İnsanlar ve insan toplulukları duygu, düşünce,
heyecan, kaygı ve sevinçlerini müzikle aktarmışlar, yüzyıllarca. Ama, peki, halk müziğinin
diğer müzik türlerinden bir farkı sözkonusu mu? Böyle bir farktan bahsedebilir miyiz?
― Her ne kadar halk müziğine duygusal yaklaşıyorsak da orada başka nedenler var. Mesela,
Halk Edebiyati
Ozanlar
Musa Eroğlu
Tahtacilar http://www.tahtacilar.com/musaeroglu.html
2 -> 6 14.05.2007 03:16
beni çok etkileyen dünyada iki müzik türü var: Caz, zencilerin-işçilerin müziği, ikincisi;
çingenelerin yaptığı müzik. Bunlar beni çok etkiliyor. Çünkü, onlar tam bir halk müziğidir.
Üçüncü olarak da halk müziğimiz. Amerika'daki çalışanların, zencilerin, işçilerin müziğiyle;
Anadolu'daki halkın müziğinin birbirinden fazlaca fark olduğunu sanmıyorum. Çünkü bu bir
gereksinmedir, ihtiyaçtır. Nedir bu gereksinme? Öfke gerekiyor. Çalışıyor, üretiyor, emeğinin
hakkını alamıyor, öfkeyle bunu yansıtacak, müzik bir ihtiyaç, araç bu yüzden.
Sanatçının herşeyden önce çok iyi bir dinleyici olması gerekiyor. Gerçek müzisyenler çok
azınlıkta bence; çünkü, çok iyi bir dinleyici olmalı insan, herşeyden önce.
Derinlerden gelen sesleri duyabilmek gerekiyor?
― Duyabilmek gerekiyor, derinlerden gelen sesleri, senin dediğin gibi. İki sevgiliyi
düşünelim, birbirilerine aşklarını namelerle iletirler. Güzel şeyler söylerler. İki öfkeli insanın
da birbirlerine söylüyebileceği, hiciv olarak yorumlarsak sert söylerler. Demek ki ihtiyacımız
olan şeyi yapıyoruz müzikle.
Halk müziğiyle diğer türler arasındaki farklılıklardan bahsedecektiniz? Her tür farklılık
ele alınabilir tabii...
― Halk müziği ve onun dışındaki müzikleri ben iki açıdan değerlendiriyorum. Bir melodik
yapı. Bir sözel yapı. Halk müziğinde sözlü bir savunma, sözlü bir uyarı var. İhtiyaçlarını
aktaracaktır müzikte. Artık onun türleri, tipleri çok geniş. Mesela pop müziği dinleyen ve
üretenlerin sosyo-ekonomik yapılarına bir bakalım; bir de halk müziğini dinleyen ve
üretenlerin yapısına bakalım. Düşünce olarak, eylem olarak, bilgi olarak, ekonomik olarak,
siyasal olarak aralarında ne kadar derin uçurumlar olduğunu görürüz. Halk müziğinin kendisi,
onu dinleyen halkın sosyolojik, ekonomik yapısal yönünü yansıtır. Onu yeniledikçe kendini
yeniler zaten. Mesela türkülerden bir iki örnek verelim. Otuz yıl geriye gittiğimiz zaman,
trenler temel ulaşım aracıdır. Trenlerin üzerine yakılmış bir yığın türkü var. Trenler gelinceye
kadar, sevgilinin selamını, mesajını en emin şekilde karşıya ulaştıran, turnalar üzerine birçok
türkülerimiz var. Binlerce türkümüz. Sonra postacı çıkıyor karşımıza. Yani halk ihtiyaca göre
yaratıyor.. Bunu yansıtıyor türkülerinde. Halk müziğinin kendi içinde bir evrimi var. Ama
yavaş bir evrim bu evrim. Ağır ağır, yaşayarak hissedildiği için, geri kalmış gibi görünüyor.
Aslında çok da sağlıklı bir gelişme bu. Mesela, doktorlara, hekimlere yazılmış yüzlerce türkü
var. Eğer bir telefonla doktorlar hasta ayağına gelecek olsa, bu kadar türkü olmazdı,
hekimlikle ilgili. Bu bir evrim. Halk müziğini dinleyen halkın yaşamı, diğerlerinden farklıdır.
Halk müziği, kültürü yaşamı iç içe. Halkın bilincinde yaşattığı hayata geçirdiği her şeyde
ve yarattığı sanat ürünlerinde de bir koşutluk var. Anadolu'da binbir nakışlı sandıklar
görürüz. O sandıkları açtığımız zaman kurutulmuş çiçek kokuları, ceviz yaprağı elma
kabuklarının kokuları sarar bizi. Bu elvan, bu kokuş türkülere ve müziğe de yansıyor, değil
mi?
― Benim çocukluğumda 13 yaşında bir sevgilim vardı. Onun bana en büyük hediyesi, bir
ceviz yaprağıydı. Baharda açıldığı zaman, o çok güzel kokar. Hiç bir parfüm onun yerini
tutamaz. türkülerdir bu, türkülerdir.
Bağlama, cem, türküler... Pir Sultanlardan Kul Himmetlere, Muhyilerden günümüze gelen
türküler. Fakat günümüzde tüm alanlarda olduğu gibi müzikte de bir yozlaşma var. O
evrim zedelenmelerle, çeşitli etkilerle, darbelerle örselendi mi? O büyük pınar, Halk
kültürü, müziği türküler? Yüzyıllar ötesinden çağıl çağıl gelen bu kültüre bir gölge mi
düştü, yoksa ben mi yanılıyorum?
― Biraz gölge düştü, biraz örselendi. Biraz da ihmal edildi. İhmalden başlarsak, bir vecize
var. Önündeki bataklığı göremeyen, karşıdaki güvertiye koşar. Bataklığı, çukuru düşünmeden
karşıdaki yeşilliğe koşar yani. Bir de dil sorunu etimolojik sorun. Gezebildiğim bölgelerde,
Trakya hariç, Anadolu'nun birçok köyüne ulaştım. Sadece Çorum'da 340 köy gezdim.
Anadolu'da gördüğüm şu; yaşamların inançların yüzde doksanı ortak. Gelenek ve görenekleri
ortak. Yani ortak bir kültürleri var. Anadolu'daki kültür zamanla bir mozaiğe dönüşmüş. Biz
kendi gelenek ve göreneklerimizi "şehirli kalıbı" içine oturtmaya çalışmışız. Şehirle
özdeşleştirmeye çalışmışız. Halbuki, çok uzunca bir evrim bu. Belki göçebe yaşamı şehirli
için garip gelebilir; ama şehirlinin büyük kısmı huzursuzdur, yaşamından. Kırsal alandan
şehre göçte, yozlaşma yaşamış. Alt yapıya uyum yok. Sorunlar çok. Dil mesela, hiçbir zaman
köydeki, obadaki, yayladaki insan şehirdekiler gibi konuşamaz. Konuşması da beklenemez.
Benim için bile bu böyledir. Şehir bambaşka, şehircilik bambaşka bir şeydir. Bu taşınmayla
gelen insanlar, korunmuyor. Kurban Bayramı'nda apartmanda kurban kesen insanının
çaresizliğini düşünün. Halbuki o insan köydeyken, bunu çok doğal ve rahat yapıyordu. O
kültür şehre taşınmamış demek ki. Kültürel öğeler budanmaya başladığı zaman, o güzel
türkülerle yoğrulan insanların ileriye doğru bakışları da törpülenmiştir. Bu yüzden
boşluktadır. Köyde doğmuş, büyümüş, olan biri olarak, her sene köyümü ziyaret ederim. Bu
bir hasrettir. Bunu hiç ihmal etmedim. Şimdi köyle şehir, şehirli ve köy kökenliler arasında
bir kopukluk var. Keşke bu kopukluk giderilebilse. Böyle bir toplumda müzikle, gelenekle,
türkü de törpülenir. Sorumlusu halk değil bunun.
Peki halk ne yapmalı, insanlar ne yapmalı, bunun karşısında?
― Ülkemizdeki aydınların bize aktarmaya çalıştıkları bilgileri biz alamıyoruz. "Kitap
pahalıdır" lafını çok sık duyarız. Ama ne kadar doğru bu? Okullarda insanlara okuma
alışkanlığı kazandırılmalıdır. İnsana kendi öğretilmeli. İnsana bir yazarla bağlantı kurabilmesi
öğretilmeli. Yazarlar, şairler, ressamlar toplumu daha ileri götürmek için çaba harcıyorlar ki,
zaten öyle de olmalıdır. Ülkemizde iki yüz yıl içinde yetişen şairlerin yüzde altmışını
Tahtacilar http://www.tahtacilar.com/musaeroglu.html
3 -> 6 14.05.2007 03:16
üniversitelerdeki gençler bilmez. Verilenler, öğretilenler de ise öze inilmemiştir, yüzeysel
kalınmıştır.
Eğitimde olması gereken doyuruculuk, bir şeyleri aktarabilme, kalıcı olma özellikleri yok
üniversitelerimizde.
― Ezbere dayalı, bir şairin, ozanın birer şiiri öğretiliyor o kadar. Düşünceye yönelik edebiyat
ürünlerinin üniversitelerimizde verildiğini kimse söyleyemez.
Kültürün taşınmasında, insanlara yansıma da bazı akımların nasıl
etkin olduğu aktarılmaz, buralarda.
Türkülerimiz, aslında kültür ve uygarlık anıtlarıdır. Her türkü, söz
ve ritmleriyle, sanatsal-edebi birer anıttır. Yüzyılların birikimleri
vardır, türkülerde. Türkülerin usta yorumcusu siz sayın Eroğlu,
insanımızın folklorumuzun temel zenginliklerinden, birisi olan
türküler hakkında neler diyeceksiniz?
― Yorumlayabilmek için, türküler hakkında bir şeyler
söylüyebilmek için, önce türküleri yaşamak lazım. Yaşamak lazım
türküleri. Sevginin hoşgörünün, tarihin, insan ilişkilerinin, insan düşüncesinin, çağdaşlığın,
aklımıza gelebilecek yaşam biçimlerinin hepsinin öğretisi olarak düşünüyorum ben türküleri.
Belki de türküler olmasaydı, ben yaşayamazdım. Yaşamının her alanında, her yerde
karşılaştığım her olumlu ve olumsuz olayda türkülere bakarım, türküleri düşünürüm. Çünkü
daha önce orada vardır, tüm yaşananlar. Atalarımız bize miras bırakmışlardır. Biraz önce çok
güzel söylediniz, türküler anıttır. Ben, hemen o anıta bakıyorum.
Niçin türkülerimiz bu kadar fazla, hoyratlarımız, bozlaklarımız.... Niçin, bu kadar çok
anlam yüklenmiş türkülere Anadolu'da?
― İstersen bozlaklardan başlayalım. İç Anadolu'daki özellikle Avşarlar'ın büyük ozanı
Dadaloğlu'nun yaşamına bir göz atmak lazım. Bozlak, "bozulama"dan, öfkeli bir mırıltıdan
geliyor. "Bozulama"nın bir de Yörüklerde kullanımı vardır. İki üç yaşlarında bayrak
dediğimiz develerin öfkeli bir mırıltısından geliyor; "bozulama" denir ona. Öfkelenme. Onun
yanında teşbihler var, daha yumuşak, daha özlü, melodik yapı olarak küçük sohbetlerde
söylenmeye uygun. Çok kısa melodiler. Çok basit sözler, içli. Bozlaklarda ise öfke var. İkinci
üçüncü perdeden söylenmesi; ikinci üçüncü kişilere duyurmak içindir.
Hoyratlara baktığımızda da hoyratça bir bağırma var. "Yaram sızlar, yaram sızlar" diye
başlayan bir hoyrat vardır. Bu bir mesajdır, bir dağın başında söylenmiştir.
Ova insanı, hep teslimiyetçidir. Dağ insanı, her zaman yüreklidir. Sığınacağı bir şey vardı,
büyük güvencedir dağlar. Ben çobanlık yaptığımı söylemiştim ya, bu konuda izlenimlerim
var. Mesela, dağdaki kurtlar asla insana saldırmazlar. İnsana saldırmaz, dağlardaki kurtlar.
Ovada ki kurt saldırır; çünkü çaresizdir. Ya hep kaçar ya da karşısına dikildiğin zaman
saldırır. İnsanlar, bunu bilirler. Bizim yörede kurda "canavar" denir. İşte, ova canavarı her
zaman tehlikelidir. (Ovada yaşayan insanlar bana kızmasınlar) Ova insanı, bunun gibi
teslimiyetçi ve dönektir. Dağın insanı, merttir. Çünkü, güvencesi vardır. Dağdan aşağı
hoyratça bozulur, yani bağırır. Oradan olumsuzlukları anlatır hoyratlarla. Bütün hoyratlar
sonunda "Ağlar elinden" denir. Orada birisi var yani, ama bozlaktan farklı. Biraz daha
yapılanmış, teslimiyetten biraz daha uzaklık var. "Ferman padişahınsa dağlar bizimdir"
diyebiliyor. Ama ovadaki insanlar bunu diyemez. Çünkü teslim olmuştur onlar. Türkülerden
uzaklaşamayız, kültürümüzdür türküler. Türkülerin güzelliği bu. Sorunuzun başında "niye bu
kadar çok türküler, bu kadar fazla" diyorsunuz. Şu koca yaşamdan sadece iki örnek
vereceğim: Ya sohbetlerdeki ileriye, felsefeye bakış; ya sevgiye, saygıya hoşgörüye bakış.
Bunların hepsi var. Bin yıllık süreçte, bu çok olgunlaşarak gelmiştir. Okuyup yazması
olmayan insanlar, nasıl yaratacaklar doğruyu yanlışı. Nasıl iletecekler, yerleştireceklerdir.
İşte türküleri kullanmışlardır. Onun için türküler bu kadar çok. Kitaplar da o kadar çok
olmalı, sohbet kültürü diyoruz. Sohbetle şunlar konuşulur (köy odalarında yoğun olarak
yaşanırdı bu): Sorunlar dertler uyarılar, düşünceler. Mesela bir uygunsuzluk görülürse, birinin
şu şekilde ikaz edilir. "Kuruşu, duruşunu bozmuş" derler. Para hareketlerini bozmuş
anlamında. Anlamazsa onun dozajını artırırlar. "Yal gelmiş hal gitmiş" denilir. Yine
anlamadıysa "Art izi ön izini bozuyor" denir... Türküler güzel ama kitaplar daha çok olmalı,
okunmalı. Türküler görevini yapıyor; ama türkülerle beraber kitaplar yayılmalı her tarafa.